Babamın en mütevazı gelirli günlerinde Şişli’de otururken bile hep yazlığa giderdik. Yeter ki çocukları hava alsınlar, denize girsinler ve tatillerinde yaz güneşini doya doya yaşasınlar diye… İş çıkışı Avrupa Yakası’ndan Kabataş’a gelir, arabalı vapur kuyruğunda saatlerce bekler, burnundan terler damlarcasına eve vardığında artık gün son bulmuş olurdu. Biz çocukları da ona günün serüvenini anlatır, gülümsemek için çaba harcayan bitap bir babanın korunaklı kollarına sığınırdık. Tabii ertesi sabah da aynı rutin sürer, şehrin iki kıtası arasında harcadığı yitik zamanı o dönemin klimasız otomobilinde radyo dinleyerek ve muhtemeldir ki yaşanacak daha güzel bir geleceğin hayalini kurarak geçirirdi.
O zamanlar sahillerimiz boyunca plajlar vardı. Trene doluşup gittiğimiz Süreyya Plajı, Suadiye Plajı (o sanırım en lüks olanıydı), Bostancı Plajı, Caddebostan Plajı... O günlerde denize girmenin daha kestirme ve ekonomik yolu ise bir kayık kiralayıp açılmak ve gönlünce suların serinliğinde yüzmekti. Annem biz üç kardeşe de yüzme becerisini bu kayıklardan atlatarak ve/ya atarak sağlamıştı. Evet, o günden bu yana “hayatta kalma” becerilerimiz hayli gelişmiştir.
Ailemizin daha varsıl günlerinin yaz tatilleri daha güzel evlere ve Adalar’a giderek geçti. Hatta bir keresinde, ortaokuldan mezun olup Kolej sınavını kazanmam üzerine babam bana -15 yaşında bir genç kız için bugün bile “iddialı” addedilecek- kıçtan takma, ikinci el (belki de beşinci eldi) motorlu bir tekne bile almıştı. Bugünlerde şaşkınlıkla karşılansa da… Teknemin adı, “Çiko” idi. Çünkü bu ad sevgilimin de takma adı idi. Böylece denizle tanış oldum. İşte o 1967’nin yazında! Hem dem oldum denizle, can ciğer arkadaş, sırlarımın koruyucusu dost, özlemlerimin can yoldaşı... Böylece sadece deniz ile denizde olmanın hazzını çok erken yaşta keşfetmiş oldum. Birlikte coştuk, hüzünlendik, dalgalandık, hırçınlaştık, hasretlikler yaşadık.
Anılarımın coğrafyasında gezintilere çıktığım bugünlerde yitik çocukluğumun, dopdolu coşkulu gençliğimin vefalı serinliğine veda ediyorum artık. O şimdilerde dönülmez bir akşamın ufkunda… O zaten yıllardan bu yana kıvranıyordu, “KURTARIN BENİ,” çığlıklarıyla…
O salya - sümük… O artık bitik…
O’na salyalı haliyle rastladığımdan beri bir hüzün giysisine büründüm. Denizim için, Marmara’m için ağlıyorum. Onu ben öldürmedim, onu biz öldürmedik. Bir başka İstanbullu, bir kültür insanı Zülfü Livaneli, “Denizin salyası olmaz, doymak bilmez insan hırsının salyası o!” diyor. Arıtma tesisi kurmadan atığı denize basan iş adamları, denetleme gereği görmeyen kamu çalışanları, planlamadan aciz yerel yöneticiler, çevreciliği marjinallik olarak addeden öngörü yoksunu siyasetçiler, yetkin seslere kulak vermeyen, uzmanların uyarılarını ciddiye almayan idareciler… O’nun ölümünün vebali sizin yakanızda.
***
Yine de bu yaz elimizdekilerle, bize kalanlarla yetineceğiz. Doya doya yaşanacak güneşli günleriniz olsun sevgili dostlar!